|
|
|
Zengin eden sözcük
Üye Oyları: / 0
OlumsuzOlumlu
Dini Bilgiler - islami bilgiler
Yazar vahit
27 08 2007
Zengin eden sözcük
Bir insana ne kadar “yeter”? Sade hayat akımının
Zengin eden sözcük
Bir insana ne kadar “yeter”? Sade hayat akımının öncülerinden Vicki Robin, insanın bir yatak, bir masa, bir sandalye, bir lamba ile yetinebileceğini ve gayet rahat bir hayat sürebileceğini anlatır. Einstein ise bu listeye sadece kemanını ekler. Hz. Ömer’in Humus’a tayin ettiği Umeyr bin Sa’d el-Ensârî ise, “Acıkınca dağarcığımdan yiyorum, su kabında üstümü, başımı yıkıyorum. İbrikten su içip abdest alıyorum. Allah’a yemin ederim ki dünya malı olarak yanımda bunlardan başka birşey yok” diyerek hayatını özetler.
Mağribli bir dilenci Halep’in kumaşçılar çarşısında şöyle diyordu:
“Ey servet sahipleri, eğer sizde insaf, bizde kanaat olsaydı, dünyadan dilenme âdeti kalkardı.”
Sadi
***
Umeyr bin Sa’d el-Ensârî, Hz. Ömer’in Humus’a vali tayin ettiği kişi idi. Göreve başlamasının üzerinden bir yıl geçtiği halde ondan bir haber gelmeyince, Hz. Ömer “Ben Umeyr’in bize ihanet etmiş olmasından şüpheleniyorum” diyerek onu Medine’ye çağırttı. Gelirken, ganimetlerden toplayabildiğini de beraberinde getirmesini istedi.
Vali Umeyr, mektubu alır almaz yol azığını dağarcığına koydu, ibriği ile su kabını ve asâsını alarak yola koyuldu. Humus’tan Medine’ye kadar yürüyerek geldiğinde saçı sakalı birbirine karışmış, toz toprak içinde kalmıştı. Halife Ömer ona “Durumun nedir?” diye sorduğunda, Vali Umeyr “Gördüğün gibi,” cevabını verdi. “Vücudum sıhhatli, kanım tertemiz. Dünyayı da boynuzlarından tutmuş, arkamdan sürüklüyorum.”
Hz. Ömer beraberinde ne getirdiğini sordu. Umeyr de elindekileri gösterdi. “Acıkınca dağarcığımdan yiyorum,” dedi. “Su kabında üstümü, başımızı yıkıyorum. İbrikten su içip abdest alıyorum. Allah’a yemin ederim ki dünya malı olarak yanımda bunlardan başka birşey yok.”
“Peki, Humus’tan buraya kadar yaya mı geldin?”
“Evet.”
“Sana bineğini verebilecek bir arkadaşın da mı yoktu?”
“Kimse vermedi, ben de istemedim.”
Halife Ömer “Yanından geldiğin Müslümanlar ne kötü insanlarmış!” dediğinde, Umeyr “Allah’tan kork, ey Ömer,” diye cevap verdi. “Yüce Allah sana insanların arkasından konuşmayı yasaklamamış mıdır?”
Hz. Ömer “Peki, senden istediğimiz şeyler nerede?” diye sordu.
“Eğer seni üzmekten korkmasaydım daha önce haber verecektim,” dedi Umeyr. “Beni gönderdiğinde oradaki iyi insanları bir araya getirdim; sonra da ganimetleri toplamaları için onların herbirini bir yere gönderdim. Getirdikleri malları da verilmesi gereken yerlere verdim ve elimde hiçbir şey kalmadı. Eğer kalsaydı mutlaka getirirdim.”
“Şimdi sen bize hiçbir şey getirmedin mi?”
“Hayır.”
“O halde seni yine aynı göreve getiriyorum.”
“Hayır,” dedi Umeyr. “Artık bitti. Bundan böyle ne senden, ne de daha sonra gelecek halifelerden hiçbir görev kabul etmeyeceğim. Allah’a yemin ederim ki, o kadar uğraştığım halde yine kendimi bu görevin kötülüklerinden koruyamadım; bir keresinde bir Hıristiyana ‘Allah seni rezil etsin’ demiş bulundum. Ey Ömer, bu felâketi benim başıma sen getirdin.”Üç gün boyunca sadece bir ekmek
Umeyr bu sözleri söyledikten sonra çıktı, Medine’nin birkaç kilometre uzağındaki evine döndü. Valilik görevini boşaltmak için tekrar Humus’a kadar gitmesine gerek yoktu; bütün eşyası zaten yanındaydı.
Umeyr gittikten sonra, Hz. Ömer’in içi yine rahat etmemişti. “Ben hâlâ onun ihanet etmiş olabileceğinden kuşkulanıyorum” dedi ve Hâris isminde birisini yüz dinarla Umeyr’in evine yolladı. “Git, onun misafiri ol,” dedi. “Eğer servet sahibi olduğuna dair bir belirti görürsen bize haber getir. Aksi takdirde yüz dinarı ona ver.”
Hâris, Umeyr’in yanında üç gün misafir kaldı. Bu süre içinde Hâris ve ev halkı, günde bir ekmeği paylaşmışlardı. Hâris evden ayrılırken Umeyr’e yüz dinarı vermek istediyse de o bunu kabul etmedi. “Benim bunlara ihtiyacım yok; sen o parayı yine Mü’minlerin Emirine götür” dedi. Sonra ısrar üzerine parayı aldıysa da, hemen fakirlere dağıttı.
Hâris’ten durumu öğrenen Halife Ömer, Umeyr’i çağırtarak ona yüz dinarı ne yaptığını sorduğunda, “Ne yaptımsa yaptım; niçin soruyorsun?” cevabını aldı. Allah adına yemin verdirerek ondan yüz dinarı fakirlere dağıttığını öğrenince, “Allah senden razı olsun” dedi ve ona bir yük yiyecek ile iki elbise verilmesini emretti.
Umeyr, “Yiyecekler kalsın, çünkü ihtiyacım yok” dedi ve sadece elbiseleri aldı. Çünkü elbiseye ihtiyacı olan birisini tanıyordu. İhtiyaç nerede biter?
Umeyr, Hz. Ömer gibi adaletiyle ünlenmiş bir halifeye karşı sergilediği bu tavrıyla, bir insan ruhunun ne kadar özgürleşebildiğini gösteriyordu. Bu kabil vak’alara her zaman, her devirde rastlanmıyor. Bugünkü gibi bir tüketim çağında bize böyle bir vak’a anlatıldığında ise biz bunu masal dinler gibi dinliyoruz. Çünkü bizim dünyamıza ve bizim değerlerimize çok, ama çok uzakta bir anlayışla karşılaşıyoruz ve bu dili anlamıyoruz. Yalnız, böyle insanların yaşayışlarını mercek altına aldığımızda, hayatlarından çok önemli bir engeli çıkarmış bulunduklarını görüyoruz: ihtiyaç.
Bu insanlar, kendilerini kimseye, hattâ hiçbir şeye dahi muhtaç hissetmiyorlar. Belki onlar da bizim gibi yemek yiyip su içiyorlar, hava soluyorlar—bunlara olan ihtiyaçlarında aramızda fark yok gibidir. Ama hepsi o kadar. Bu ihtiyaçların hemen bitiminde, üzerinde kalın harflerle “yeter” yazan bir çıta yer alıyor. Onların bu çıtası çok aşağılarda, sadece ayağını kaldırmakla aşılacak kadar kolay bir yerde; bizimki ise, hangi refah seviyesinde bulunursak bulunalım, daima bulunduğumuz seviyenin birkaç fersah yukarılarında. Biz seviye atladıkça çıtamız da yükseliyor. Ve biz, çok uzaklardaki çıtamızın üzerinde belli belirsiz yazıyı okumak bir yana dursun, seçemiyoruz bile.“Bana ne kadar yeter?”
Vicki Robin, “Bana ne kadar yeter?” sorusunun cevabını bulabilmek için zaman zaman bir manastıra kapanan bir arkadaşını anlatır. Kırsal bir bölgede, ağaçlar arasında geniş bir arazisi bulunan bu manastırda yemekleri rahipler hazırlamaktadır. Konuklara ayrılan odalarda ise sadece bir yatak, bir masa, bir sandalye, bir de lamba vardır, hepsi o kadar. Atmosfer başka her türlü eşyadan uzak bir sessizlik ve huzur atmosferidir.
Bir yatak, bir masa, bir sandalye, bir lamba—karnı doymuş bir insanın ihtiyaç listesi dört maddeye kadar inebiliyor. Einstein’in listesi bundan biraz daha kalabalıktır. “Bir masa, bir sandalye, bir tabak meyve, bir de keman,” der ünlü bilgin. “Mutlu olmak için başka birşeye gerek var mı?”Dört maddede ihtiyaç tanımı
“İhtiyaç nerede biter, fazlalık nerede başlar?”
Robin, bu soruyu net bir şekilde cevaplandırabilenlerin hayatlarını incelediğinde, onlarda dört ortak özellik keşfetmiştir:
1. Onlar, kendi ihtiyaç, arzu ve heveslerinden daha büyük bir amaca sahiptir. Arzular sonsuzdur; birini doyurduğunuzda diğeri belirir. Bir ideal hissi ise, bütün kuruntular ve seçenekler arasından gerçek ihtiyaçları bulur, çıkarır ve sizin dikkatinizi, sadece misyonunuza hizmet eden şeylere yöneltir.
2. Onlar paralarının hesabını bilirler. Paralarının nereden geldiğinden ve nereye gittiğinden haberdardırlar. Bu kesinlik ve doğruluktan gelen bir netlik duyguları vardır. Eğer sahip olduğunuz şeyin miktarını bilmezseniz, hiçbir zaman yeterli miktara sahip olamazsınız.
3. İç dünyalarında bir tatmin ölçütleri vardır. Onların yeterlilik duygusu başkalarının sahip olduğu veya olmadığı şeylere bağlı değildir. Onlar, kendi iç dünyalarını inceleyerek, neyin kendi mutluluklarına katkıda bulunabileceğini ölçme yeteneğine sahiptirler.
4. Onlar dünyaya karşı sorumluluk sahibidir. Kendi yaşamlarının ve tercihlerinin, daha geniş bir sosyal ve manevî ölçekte nasıl bir görüntü verdiğini hesaba katarlar.
‘İstiğnâ’ya tekrar merhaba
Sayılan özellikler, bilhassa üçüncü maddede tanımlanan dahilî ölçüt, pek çoğumuz için inanılmaz görünen, ancak bazılarının pek kolay başardığı ve terk etmeye de asla niyetli olmadığı bir “istiğnâ” halini tasvir etmektedir. (İstiğnâ, zenginlik anlamındaki “gınâ” ile aynı kökten türeyen bir kelimedir. Aynı kelimenin türevlerinden, “zengin” anlamını taşıyan “ganî” sözcüğünü çoğumuz işitmişizdir. İstiğnâ ise, “kendi kendisini ganî kılmak, zengin hale getirmek, zengin gibi davranmak, başkalarına ihtiyaç duymamak” anlamını ifade eden bir kelimedir. “Müstağnî” kelimesi de yine aynı kökten gelen ve istiğnâ sahibi kimsenin durumunu bildiren bir sıfattır. Tüketime koşullandırılmış toplumların böyle bir kavramla alışverişi olmadığından, bu kelimenin karşılığında da bugün konuşulan Türkçemizde bir kelimeye ihtiyaç duyulmamış, istiğnâya karşı müstağnî davranılmıştır. Bu bakımdan, kısa bir açıklama ile “istiğnâ” sözcüğünün üzerindeki tozları silkeleyerek onu tekrar kullanıma arz etmek zarureti ortaya çıkmış bulunuyor.)
“Yeter” sözcüğü, istiğnâyı tanımlayan anahtar sözcüktür; bu sözün belirlediği sınırın üst tarafı, bir insan için istiğnâ alanını teşkil eder. Başka bir deyişle, bu, zenginliğin sihirli sözcüğüdür.
Zorunlu olmayan ihtiyaçlar
Herkes için geçerli olabilecek bir yeterlilik sınırı varsa, o da zorunlu ihtiyaçların sınırıdır. Hayat için vazgeçilmez olan zorunlu ihtiyaçların bir doyum noktası vardır; bu noktada insan doyuma ulaşır ve daha ileri gidemez. Ne kadar susamış olursanız olun, gürül gürül akan bir pınardan alabileceğiniz belli bir nasip vardır; ondan daha fazlasını içmeye sizi zorladıkları zaman bütün benliğinizle “Yeter!” diye isyan edersiniz.
Zarurî olmayan ihtiyaçlar—bunlara arzu veya hevesler de diyebiliriz—konusunda ise insanın aşamayacağı hiçbir sınır yoktur. Durmak bir yana dursun, karşılanan her arzu, iştahı daha da açar ve yeterlilik eşiğini bir basamak yükseltir. Önce ayağını yerden kesecek birşey ister insan; sonra onun yeni modelleri gelir. Sonra bir iken iki ister. Yeni modeller, yeni özelliklerle birbirini izledikçe, eğer daha işin başında iken “Yeter” demesini başaramamış ise, insan bu tahriklere karşı direnemeyecek ve nerede yeter demek gerektiğini bir türlü kestiremeyecektir.
Önceleri bir ekmek parası için çalışırken, daha sonra talihi yaver gidip de cebine bol para girmeye başlayacak olsa, insan hangi noktada “Bu kadarı bana yeter” diyebilir? Bir ev ile bir araba aldıktan sonra mı? Yoksa evin yanı sıra bir de yazlık olsa fena mı olur? Bugünkü gelirinin iki katı mı yeter, üç katı mı? Üç katına eriştikten sonra mı “Yeter” diyebilmek kolay gelir insana, yoksa şimdi mi? Eğer iki asır önce yaşamış insanları diriltip de onların hayallerinden bile geçmemiş olan bugünün refah araçlarını ellerine vermek mümkün olsaydı, bundan daha fazlasını istemeleri için ne kadar zaman yeterdi dersiniz?
Bağımlılıklarımız
Tüketim uygarlığının bizi bağımlı hale getirdiği şeyleri saymaya kalksak, kolay kolay sonu gelmeyecek bir liste elde ederdik. Bugün hayatımızın bir parçası haline gelen ve artık kanıksamış olduğumuz refah araçlarının hemen hemen tamamı, bağımlılıklarımız arasında sayılabilir. Televizyonun zaten bu konuda tartışılmaz bir yeri vardır. Televizyon, bilimsel olarak da bir bağımlılık maddesi olarak hayatımız içinde baş köşeyi almıştır. Bulaşık makinesinden cep telefonuna kadar, daha yüzlerce madde halinde sıralayabileceğimiz uygarlık araçları için bu deyimin kullanılıp kullanılamayacağı ne kadar tartışılsa da, gerçek olan birşey varsa, bunların herhangi birinden kolay kolay vazgeçemeyeceğimizdir.
Arabasız bir hayat, cep telefonsuz bir hayat, bilgisayarsız bir hayat, kolasız bir hayat, televizyonsuz bir hayat, parfümsüz bir hayat, deodorantsız bir hayat—bunlar gibi irili ufaklı yüzlerce seçenekten herhangi biri bize ömür boyu katlanmak zorunda olduğumuz bir âkıbet olarak sunulsa, soğuk bir duş altında kaldığımızı hissetmeden kaç tanesini kabul edebilirdik? Borcun modern adı: Taksitler
Daha önceki kuşakların korkulu rüyası olan borç, bugün hayatımızın doğal bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Taksitle alışverişi zaten epey zaman önce benimsemiştik. Kredi kartlarının hayatımıza girmesiyle birlikte, günlük ekmeğimizi de borçla almak, artık yadırganmayan bir vakıa oldu. Üstelik, artık borçlanırken bundan suçluluk da duymuyoruz. Çünkü imkânsızlıktan veya fakirlik yüzünden borç almıyoruz; tam tersine, bir itibar göstergesi olarak borca giriyoruz. (Bu arada, borç kelimesinin çağrıştırabileceği olumsuz anlamları bütünüyle bertaraf etmek için, bu sözcüğün yerine “kredi” sözcüğünü ithal ettiğimizi unutmayalım.) Allah göstermesin, bu sürekli borçlanmanın herhangi bir yerinde ödemenin biraz aksaması ise, bir çığ gibi artan ve kısa zamanda altından kalkılmaz bir seviyeye ulaşma istidadı taşıyan faizlerle muhatap olmak anlamını taşıyor.
Gariptir, borçlanma korkusu insanı daha ihtiyatlı harcamaya sevk edeceği yerde, daha da kontrolsüz şekilde harcamaya teşvik etmektedir. İştahı kabartan şeyler pek çoktur; bunlara kimsenin parası yetmese de herkesin borçlanma imkânı vardır. Bugün olmazsa aybaşında ödenir. Aybaşı yetmezse takside bağlanır. Tüketim çağının insanı, daha sonra ödeyecek olmanın hiç ödenmeyecek anlamına geldiğine inandırılmış olduğu için, iştahını kabartan şeylerin tahrikine karşı çok fazla direnemez, hemen onlardan bir ikisini alıverir. Zengin kime denir?
Kesin bir bağımsızlığı, istiğnânın vazgeçilmez şartı olarak tespit etmiş bulunuyoruz. Bunun zenginlik veya fakirlikle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Umeyr örneğinde görüldüğü gibi, bizim ölçütlerimize göre fakirlik sınırının da çok altına isabet edecek koşullar altında yaşayan birisi katıksız bir istiğnâ örneğini sergileyebilirken, hayatta hiçbir eksiği kalmamış nice insanları, ihtiyaçları sorulduğunda uzun bir listeyi hemen uzatabilecek kadar hallerinden şikâyetçi bulabilirsiniz. İstiğnâ bir denge halidir ki, kişinin bu dengeyi nerede yakalayacağını, dahilî şartlar belirlemektedir. Yukarıda da bir parça ayrıntılandırmaya çalıştığımız gibi, bu konuda tayin yetkisi dış şartlara havale edildiği takdirde ihtiyaçlara herhangi bir sınır çizme olasılığı yoktur. Dahilî şartlar ise, tamamen kişiye özel şartlardır.
İnsan, kendisini dış dünyanın tahakkümünden kurtarabildiği ölçüde kendi iç âleminde tatmin alanı arayacaktır. Tatmin edici bir hayat için sadeliğe bu açıdan ihtiyaç vardır. Diğer taraftan, tatmin edici bir hayatı yakalayan insan da zaten bu yüzden sadeliğe bir hayat tarzı olarak eğilim gösterir. Çünkü madde ve mânâ cephelerindeki sadelikler ve zenginlikler ters orantılıdır; birindeki sadeleşme diğerinde zenginliği, bir taraftaki zenginlik diğer tarafta sadeliği netice verir.
İç âleminde zenginliği yakalayan insan, materyalist dünyanın oyuncaklarıyla oyalanma çağını geride bırakmış olacağı için, kendi ihtiyaçlarının sınırını bizzat belirleyecek özgürlüğe, irade ve olgunluğa erişmiş, “Yeter” demek için rüştünü ispat etmiş demektir. Umeyr ve Hz. Ömer arasında geçen hadise gibisine her zaman, her devirde rastlanmıyor. Tüketim çağında yaşayan bize böyle bir vak’a anlatıldığında ise masal dinler gibi dinliyoruz, bu dili anlamıyoruz. Yalnız, böyle insanların yaşayışlarını mercek altına aldığımızda, hayatlarından çok önemli bir engeli çıkarmış bulunduklarını görüyoruz: ihtiyaç. Arabasız bir hayat, cep telefonsuz bir hayat, bilgisayarsız bir hayat, kolasız bir hayat, televizyonsuz bir hayat, deodorantsız bir hayat… Bunlar gibi irili ufaklı yüzlerce seçenekten biri bize ömür boyu katlanmak zorunda olduğumuz bir âkıbet olarak sunulsa, soğuk bir duş altında kaldığımızı hissetmeden kaç tanesini kabul edebilirdik?
Ümit Şimşek
Sonraki >
[ Geri ]
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
HABER VAKTI Ellerimiz ellerinizdedir Efendim....
Bildik ki, siz insanların en lütufkârısınız
Bir köleyi, bir çocuğu dahi geri çevirmezdiniz.
Birnin elini tuttuğunuzda,,
elinizi tutan kimse bırakmadıkça elini bırakmazdınız.
Çölün aziz misafiri.
Suskunların kutlu sözcüsü.
Hüzünlerin sabırlı bekçisi.
Teselli yağmuru
http://batitrakyam.tr.gg/
|
|
|